30 Mayıs 2007 Çarşamba

İnanılmaz ve garip video sizde şaşırcaksınız

olay tamamen aşağıda anlatıldığı gibi yani şu saçma sapan şakalardan diil (şu ekrana fırlayan ölü resimleri falan ben ilk duyduğumda öyle sanmıştımda ...)neyse uzatmıyım tam ekren yapın izleyin
İnsan beyni sırrını korumayı başarıyor. Bırakın uzayı ve dünyayı biz, insanoğlu daha vücudumuzu bile tam anlamıyla çözebilmiş değiliz. Birazdan izeleyeceğin video, insan beyninin zaman zaman teknoloji karşısında çaresiz kalabileceğini gösteriyor. Aslında bu bir deney. Ortada bir video oyunu var. Bu oyunda masum bir şekilde zombileri vuran kurbanımız, bu sırada farkında olmadan oyundaki hesaplanmış ışık hamleleriyle hipnotize oluyor ve uykuya dalıyor. Sonra onu aynı oyundaki gibi tasarlanmış bir binaya sokuyorlar ve uyandırıyorlar. Neye uğradığını şaşıran genç daha olayı kavramaya çalışırken, üzerine gelen zombilerle iyice şoka giriyor. Gerisini videoyu izlediğinde göreceksin. Site açıldığında video'nun yüklenmesini bekle ve play'e tıkla sonrada bu ilginç deneyi izlemeye başla...
Videoyu Tam Ekran şeklinde izleyiniz...

Kod:
http://www.hawtalta.com/viewvideo.php?id=343
alıntıdır ..

Mavi forum

hiç astral seyahat yapan var mı ?

Astral seyehat yapan bir arkadaşım

netten tanıştım bi kızla...
muhabbeti sarmamıştı 2 gün blok çektim kıza...
açtığımda neden blok çektin dedi...
ben de kem küm falan yapıordum...dedim nerden anladın?
gelip baktım dedi...
tabi hahaha falan oldumm
işte o zaman ilk o bahsetmişti bana astral seyahatten...
inanmamıştım yine de...
kağıt kalem al dedi, bişey yaz içine sonra kağıdı açık şekilde yan odaya bi masaya koy dedi... yaptım...
10 kayboldu kız, yazmadı yani döndüğünde bana yazdığımı söyledi...
kağıda ''pofff'' yazmıştım.... kız aynen geldi ve şöyle yazdı...
----geldim, pofff----

anında pcyi kapadım kalktım yerimden... sonra araştırmalara başladım zatenn

Mavi forum

Tutankhamon'un Lanetİ

TUTANKHAMON’UN LANETİ

Eski Mısır Uygarlığı büyük ilgi çeken gizemini sürdürüyor.Kazılar ,arkeoloji araştırmaları sürdükçe ortaya yeni bilgiler çıkıyor.Bulunan her yeni kalıntı, bilinenleri değil, bilinmeyenleri çoğaltıyor sanki. Mısır’a yaşayan en ilginç olaylardan biri de Firavun Tutankhamon’un mezarının açılmasıyla ilgiliydi.Her şey Carnavon Lordu’nun ölümüyle başladı.

İNGİLTERE ‘DE BİR CENAZE TÖRENİ


1923 yılının 30 Nisan günü İngiltere’de Hampshire bölgesinde Beacon Tepesi’nde sade bir cenaze töreni düzenlendi.Törene katılanlar heyecanlıydılar.Çünkü toprağa vermek üzere oldukları Carnarvon Lordu George Edward Stanhope gizemli bir biçimde öldürülmüştü 3000 yıllık lanet… Herkes ,Lord’un Eski Mısır’ın 18. Sülale firavunlarından Tutankhamon’un lanetine uğradığına inanıyordu.Lord,bu firavunun mezarının açılması için para harcamış ve bizzat kazılar katılmıştı.

Carnavon Lordu’nun ölümünü başka ölümler izledi.Tutankhamon’un mezarına girip çıkan ya da bu işe karışan birçok insan anlaşılmaz bir biçimde yaşamını yitiriyordu. Firavun Tutankhamon öleli 3000 yıldan uzun süre geçmişti.Yani 3000 yıl sonrasına uzanan bir lanetten söz ediliyordu…

LORD MISIR’A GİDİYOR


Bu esrarengiz “mezar açma” olayını aydınlatabilmek için ,işe Carnarvon Lordu’nun Mısır’a gidişinden başlamak gerekiyor. Parası bol,yapacak işi pek olmayan İngiliz soylusu Carnarvon Lordu dünyayı dolaşıyor,keyfine göre yaşıyorken,1901 yılında Almanya’da Bad Schwalbach kaplıcalarında bulunduğu sırada bir araba kazası geçirdi.Göğsü çok kötü zedelendi.İngiltere’ye döndü.

Soluk almakta güçlük çekiyordu.Bir süre tedavi gördükten sonra iyileşti.Ama özel doktoru ona tedbirli davranmasını tavsiye etti.Özellikle kış mevsimlerini soğuk İngiltere yerine,ılıman ve kuru bir iklimin egemen olduğu ülkelerde geçirmeliydi. O günlerde Mısır,Avrupalılar için çok gözde bir ziyaret yeriydi.Lüks oteller ve tarihsel kalıntılar çok sayıda turisti buraya çekiyordu. Özellikle Krallar Vadisi denilen yerde yapılan kazılara Lord büyük ilgi duydu.


ARKEOLOG CARTER


Carnarvon Lordu Mısır’da kısa sürede eski sağlığına kavuştu.Ama Mısır’dan bir türlü kopamadı.Sanki bir şey onu dürtüyordu.

Eski Mısır uygarlığını incelemeye başladı.Yapılan kazıları izlemeye koyuldu ve bir gün bizzat kendisi bu kazıla katıldı. 1907 yılında yine Mısır’dayekn yurttaşlarından arkeolog Harold Carter’la tanıştı ve onu kendisine danışman yaptı. Carter 33 yaşındaydı ve 17 yaşından beri Mısır’daydı.Birçok kazıda bulunmuş,ünlü akeologlara yardımcılık yapmıştı.Tarihi Kalıntılar arkeologlara yardımcılık yapmıştı.Tarihi Kalıntılar Servisi’nde çalışmış ve Krallar Vadisi’ndeki kazıları denetlemişti;ama Mısır yetkilileriyle arasında anlaşmazlık çıkınca görevinden istifa etmişti.

Carnarvon Lordu kendisine rastladığı sırada,manzara ressamlığı yaparak hayatını kazanmaktaydı.O da,nedense bir türlü Mısır’dan ayrılamıyordu. Carnarvon Lordu,’a yılda 400 İngiliz Sterlini ücret ödemeye başladı. Mısır’da mezar demek,hazine demekti.Çünkü eski Mısırlılar ölülerini,öbür dünyaya en değerli hazineleriyle birlikte gömerek uğurlardı.Lord,bulunacak bir hazine ile Carter’İn ödediği parayı kat kar çıkaracağını inanıyordu.

Arkeolog Carter, Carnarvon Lordu’nun parasıyla 15 yıl boyunca kazılar yaptı.Birinci Dünya Savaşı sırasında bile araştırmalarını sürdürdü. Bazen çok ilgi,çekici bir mezar bulduğu oluyordu ama,yapılan masrafı karşılayacak bir tarihsel yapıt ya da hazine ortaya çıkmıyordu. 1922’de Lord İngiltere’deyken ,Carter’a bir mektup yazarak,aralarında anlaşmayı iptal etmek istediğini bildirdi. Oysa Carter o sıralarda önemli bir mezarın izi üstündeydi.İngiltere’ye gidip Lord’u kazılarına sürdürülmesine ikna etmeyi başardı. Ekim ayında Mısır’a döndü.Kazıların yapıldığı Luksor bölgesine yerleşti.Kendisine şans getirmesi için bir kanarya satın aldı…


CARTER MEZARIN İZİNDE

1 Kasım 1922’de o güne kadar hiç kazılmamış bir hektarlık bir üçgende çalışmalara başlayan Carter,4 Kasım’da çökmüş bir merdiven girişi buldu.Bir gün sonra ise,bu girişin olduğunu kesin biçimde anlamıştı. İngiltere’ye telgraf çekmesi üstüne,Lord,kızı Lady Evelyn ile birlikte Mısır’a gelerek bizzat kazılara katılmaya başladı. 26 Kasım’da,yaptıkları kazının bütün molozlarını temizlemişlerdi.Ardından sanki içeriden kilitlenmişçesine kapalı duran bir kapıyı açmayı başardılar.

İçeri ilk giren Carter oldu.Gördükleri karşısında adeta dili tutuldu.Bu çok odalı mezarın giriş odası bile hazinelerle doluydu.

LORD OLAYI THE TİMES’A SATIYOR


Lord ,o sana kadar harcamış olduğu paraları çıkarmak istiyordu.Mezardan ne kadar değerli şeyler çıkarsa çıksın,onlara sahip olması olanaksızdı.Çünkü Mısır hükümeti kazıyı denetliyordu. Lord ,mezarla ilgili bilgileri The Times gazetesine para karşılığı sattı.Böylece İngiliz okurlar,kazı sırasında olan biten herşeyi günü gününe izlemeye başladılar.



TUTANKHAMON’LA BULUŞMA


Lord, Carter,Lord’un kızı Lady Evelyn ve Carter’ın yardımcısı,Arthur Callender ile birlikte bir gece,mezarın ana bölümüne girmeyi başardılar. Tümü gördüklerinin gerçek olup olmadığından kuşkuya düştüler.Her şey altındandı.Firavun’un mumyasının koskocaman bir altın sandukanın içinde olduğu anlaşılıyordu. Duvarlarda altın çerçeveli resimler vardı.Bunlar da firavunun ailesine aitti.Tanrı Osiris’İ sembolize eden parlak cilalı altın bir mask da duvarda asılıydı. Carter ve Lord ne bulduklarını biliyordu.Bu mezar 18. Sülale krallarından Tutankhamon’undu.Tutankhamon M:Ö 1346-1339 arasında bir tarihte ölmüş,o tarihten bu yana mezar hiç açılmamıştı.Varlığı bile bilinmiyodu.. Carnarvon Lordu bulduklarını bütün dünyaya ilan etti.Kazı sırasında çıkan bütün molozlar temizledikten sonra resmi açılış yapıldı.Gazateciler fotoğraflar çektiler.Olay bütün dünyaya duyuldu.

“ÖLÜM GELECEK…”


Kazılar devam ederken ilgi çekici bir şey olmuştu.Bütün vaktini kazı terinde geçiren Carter,kaldığı eve pek uğramıyordu.Oraya nasıl geldiği bilinmeyen bir kobra yılanı evine girmiş ve Carter’ın kafeste yaşayan uğurlu kanaryasını yiyivermişti.Kazılarda çalışan Mısır’lı işçiler inançlı kişilerdi.Bu olayı duyunca çok heyecanlandılar.Bunu bir uğursuzluk belirtisi olarak kabul ettiler.Çünkü kobra yılanı Mısır hükümdarlığının simgesiydi ve Tanrıça Vadeet tarafından korunduğuna inanılan bir hayvandı. İşçiler aralarında olayı şöyle yorumladılar:”Yakında ölüm gelecek…”


TURİSTLER MISIR’A AKIN EDİYOR


Tutankhamon’un mezarı dünyada büyük ilgi gördü.Mısır’daki meraklılar yetmiyormuş gibi,binlerce Avrupalı turist Mısır’a akın etmeye başladı. Mezarın girişine her gün binlerce insan geliyordu.Arkeologlar,bilim adamaları,kaşifler,mezarı ve hazineleri görmek için birbirlerini eziyordu.Bazı serserilerin olay çıkardığı da oluyordu… Firavun Tutankhamon’un 3000 yılında aşkın bir zamandan beri süren “ebedi istirahati” ne son verilmişi.


LORD İLE CARTER’IN ARASI AÇILIYOR


Carnarvon Lordu’u VE Carter’ın mezarı buldukları anda duydukları anda duydukları sevinç bütünüyle yok olmuştı.İkisi de çok sinirliydiler.Mısır hükümeti olan ilişkileri bozulmuştu.Carter mezarda buluna eşyaları kaydetmek için günlerce çok kötü koşullar altında çalıştı.Bir akşam Carnarvon Lordu ile bir araya geldi ve aralarında çok şiddetli bir kavga çıktı.Lord İngiltere’ye gitti.

1923 Şubat’ında Lord’un sağlık durumu bozuldu.Anlaşılmaz bir biçimde dişleri döküldü.Ateşi bir yükseliyor bir düşüyordu.Mart ayı başında Mısır’a döndü ve bir süre için durumu düzeldi. Ama daha sonra yeniden kötüleşmeye başladı.Ailesi Mısır’a geldi hemen. 26 Mart günü Carnarvon Lordu’nda kan zehirlenmesi olduğu resmen açıklandı.4 Nisan günü Kahire’de Continental Svoy Oteli’de komadaydı.Ertesi sabah saat 2’de tüm hastalığı boyunca yanından ayrılmayan İngiliz hasta bakıcı , Carnarvon Lordu’nun öldüğünü bildirdi.
Tam o anda oteldeki ışıklar titredi ve söndü.Otelin penceresinden dışarı bakanlar bütün Kahire’de elektrikler kesildiğini gördüler.Kentte elektrik kesintileri çok sık olmakla birlikte Lord’un öldüğü andaki arıza için hiçbir açıklamada bulunulmadı.Aynı saatlerde Lord’un İngiltere’deki şatosunda bulunan İskoçyalı kahya da dehşet içinde irkildi.Lord’un köpeğine titriyor ve uluyordu:biraz sonra da öldü.

"MEZARA DOKUNANA ÖLÜM…”


Lord’un ölümü bütün dünyada şok etkisi uyandırdı.Gazeteler Firavun Tutankhamon’un mezarında bulunmuş yazılardan söz ediliyorlardı.Eski Mısır yazısıyla yazılmış olan bu yazılardan bir şöyle diyordu:
“Mezara dokunanlara ölüm gelecektir”
Bazıları da mezarda başka uyarıların bulunduğunu ileri sürdüler.Bunlardan biri şöyle idi:
“Ölüm,firavunların huzurunu bozanı kanatlarıyla katledecektir” Arkeolog Carter ise Tutankhamon’un mezarında bu türden bir lanetin bulunmadığını söyledi.Onu rahatsız eden bir tek şey vardı.Mezarın altın sandukasının önünde bir lamba bulmuştu.Bu lambanın üstünde şöyle yazıyordu:
“Gizli odaya girilmesini önleyeceğim.Benim görevim ölüyü korumak.”

GİZEMLİ ÖLÜMLER



Firavun Tutankhamon’un mezarını ziyaret eden arkeolog ve turistlerden bazıları da kısa bir süre sonra hastalanarak öldüler. Mezarın iç odalarından birinin açılışında bulunan kişilerden biri olan James Henry Breasted,ateşli bir hastalığa yakalandıysa da mezarda çalışmayı sürdürdü.70 yaşında kadar ,yani 12 yıl yaşadı. Amerikalı Milyarder George Jay-Gould,mezarı ziyaret ettiği gün ateşlenerek aniden öldü. Arkeolog Carter’ın yardımcılarından biri olan A.C.Mace,ateş nöbetlerine tutulunca işi bıraktı ve 1928’de öldü.Bir başka yardımcısı Richard Bethell,45 yaşında kan dolaşım yetersizliğinden( !) öldü.

Bütün bu ölümler makul ve doğal nedenlerle açıklanır mı ?Havalanan tozda bakteriler olduğu ileri sürüldüyse de bilim adamı Alfred Lucas,bazı bakteri örneklerini inceledi.Bunlardan bir tanesi dışında,aşağı yukarı tümünün zararsız olduğunu açıkladı. Bir süre ,mezar duvarlarını kaplayan mantarın bir alerjiye neden olduğu sanıldı.Ama bu konuda da bir kanıt getirilemedi.Eski Mısır’lıların çok etkili zehirler ürettikleri biliniyordu.Açılan tüm mezarlarda böyle zehirler arandı.Ama bulunmadı…


ÖLÜMLERİN ARKASI KESİLMİYOR:


Firavun Tutankhamon’un mezarına ilgi gösterildikçe ölümler de sürüp gidiyordu.Kahire’de Carnarvon Lordu’na bakan İngiliz hemşire 1926 yılında 28 yaşında doğum yaparken öldü. New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi’nin temsilcisi Herbert Winlock Mısır’a geldi.Firavun Tutankhamon’un mezarı yüzünden öldüğü sanılan insanların bir listesini yaptı. Kahire Üniversitesi’nden Dr.İzzettin Taha,yıllar sonra konuyla bilimsel olarak ilgilendi.


Arkeologların ve müzelerde çalışanların ciğerlerinde mantar hastalıkları olduğunu buldu.Eski mezarlara girmiş olanların da bu hastalıktan ölmüş olabileceğini ileri sürdü.Kısa bir süre sonra Kahire ‘den Süveyş’e giderken,düz yolda kullandığı araba karşı yönden gelen bir arabayla çarpıştı. Yapılan otopside Dr.Taha’nın çarpışmadan saniyeler önce solunum yetersizliğinden öldüğü ortaya çıktı… Tutankhamon’un mezarının kalıntılarını 1972’de Londra’da ve daha sonra da Amerika’da sergilenmesinde de gizemli ölümler meydana geldi.Bunlardan en üzücü olanı,Mısır Eski eserler Bölümü Müdürü Dr.Gamaleddin Mehrez’in ölümü idi.Mehrez,bütün bu gizemli ölümlerin,kuşkusuz kişiyi tedirgin edebileceğini,ama lanete kesinlikle inanılmaması gerektiğini söylemişti.


”Bakın bana” demişti,”Bütün yaşamım boyunca mezarlar ve mumyalarla uğraştım.Bütün bunların bir rastlantı olduğunun en büyük kanıtıyım” Bu sözlerin üzerinden dört hafta sonra, sergilenecek.eserler Londra yolundayken,52 ,yaşında öldü.


LANET DEVAM EDİYOR


Sergilenecek eserleri Londra’da götüren RAF uçağının başteknisyteni Ian Lansdown,bilinmeyen bir nedenle,Tutankhamon’un ölüm maskesinin bulunduğu kutuyu tekmelemişti.İki yıl sonra aynı bacağı garip bir kazada kırıldı.Mürettabattan başka kişiler de beklenmedik şekilde öldüler. Başka bir olay da ,1980’de "Kral Tutankhamon’un laneti “ adlı tv filminin çekimi sırasında ortaya çıktı.


Mısır’da çekimin birinci günü tahıl yüklü bir araba bilinmedik bir nedenle devrildi ve filmin yıldızı Ian McShane’in bacağının 10 yerden kırılmasına neden oldu.Ian McShane’nin yerini Robin Ellis aldı,ancak başka yıldızlar yapıma katılma teklifini reddettiler. Belki de Tutankhamon’un laneti,bir hileden ibaretti.Belki de halkın inançları böyle bir olayı yaratmıştı.Ya da ,Tutankhamon ,mezarında rahatsız edilmeden bırakılmalıydı.

Mavi forum

Bir yılda 260 kilo veren adam!



Geçen yıl neredeyse yarım ton olan ABD'li Patrick Deuel, sıkı bir diyetle 226 kiloya düştü. 25 yıldır ilk defa kaburgalarını hissettiğini söyleyen Deuel'in hayali Hollywood'da yıldız olmak...

Patrick Deuel, geçen yıla kadar evden çıkamıyordu. Yürümek bir yana hareket bile edemeyen 486 kiloluk adam, son 7 yılı yatarak geçirdi. 2004'te kapılardan sığmadığı için evinin duvarları kırılıp, vinç yardımıyla hastaneye kaldırılan Patrick'in ameliyatla midesi küçültüldü. 43 yaşındaki Patrick ameliyatın ardından sıkı bir diyetle 1 yılda 260 kilo verdi.

Daha önce pizza, cips, kuruyemişle beslendiğini söyleyen adam abur cuburu kesip sebzeye ağırlık vermiş. Patrick şimdi ABD ve Almanya'da televizyon programlarına konuk oluyor ve "Geçen yıl aynaya baktığımda bir yaratık görüyordum. Şimdi karşımda bir insan var. Daha da kilo verip filmlerde oynamak istiyorum" diye konuşuyor.

Mavi forum

Neydik ne olduk

Yeniçeriler
19.yüzyilda Almanya'nin Mulheim sehrindeki Ren nehrinin bir yakasinda Almanlar, öbür yakasinda da Fransizlar oturuyordu.

Fransizlar, her sene nehrin Almanlardaki kismina geçip mahsulün tümünü toplayip goturuyorlardi.

O siralar, birligini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses
çikaramiyorlardi tabi. Her sene böyle olunca çareyi Osmanli Sultanina
durumu yazip, imdat istemekte bulurlar.

Mektupta söyle demektedir:

"Fransizlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden aliyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dagitan bir imparatorlugun sultani, Islamiyetin de halifesisiniz. Bizi su zulümden kurtarin. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkani saglayin."

Çöküs faslina girildigi bir zamana denk gelen yardim istegini inceleyen
padisah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnizca asker elbisesi göndermeyi kafi bulur ve cevabi bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanir. Saskina dönen Almanlar, çuvali alip mektubu okurlar :

"Fransizlar korkak ademlerdir. Onlara yeniçeri göndermemize gerek
yoktur. Yeniçerimizin kiyafetini görmeleri kafidir. Çuval içindeki Osmanli askerinin elbiselerini adamlariniza giydirin. Mahsul zamani, nehrin görülecek yerlerinde dolastirin. Karsidan gören Fransizlar için bu kafidir."

Bag bahçe sahipleri hemen Osmanli askerinin kiyafetini kapisirlar.
Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kiyafetinde, nehir kiyisinda
dolasmaya baslarlar.

Ertesi gün, karsidan gelen haber, Almanlarin sevinç çigliklari atmalarina sebep olur:

"Osmanlilardan imdat geldigini düsünen Fransizlar, korkudan köylerini de terkederek iç kisimlara dogru kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça
toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermistir."

Bu olay, Mülhaymlilarin gönüllerinde taht kurmustur. Giydikleri yeniçeri kiyafetlerini, daha sonra Mülhaym'a bagli Karlsruhe müzesine koyup ziyarete açarlar.

Sehrin en yüksek binasina da Osmanli bayragi asarlar.Ayrica, halen olayin yildönümünde de sehirde bir karnaval düzenleyip hadiseyi temsilen kutlarlar.

Bu olay Osmanli'nin sadece bir yeniçeri kiyafetiyle Almanlari Fransizlarin elinden ve talanindan nasil kurtardigini gösteren maziden elmas bir tablo olarak kalmaktadir...

Kaynak bilinmiyor ©

Mavi forum

İsa Çarmıha Gerildi mi ?

Yıllardan beri Yakındoğu tarihçileriyle hıristiyanlık üzerine araştırma yapan ilahiyatçılar arasında oldukça “temel” bir anlaşmazlığa bağlı bir tartışma sürer gider. Bu tartışmanın ana ekseni, dünyanın ilk iki büyük tektanrılı dini olan yahudilik ve hıristiyanlığın doğuş ve gelişim sürecinin belirleyici kişi ve olaylarıdır. Bilindiği gibi, Filistin, Kenan ve Sina bölgesinde geçen ve Kutsal Kitap için son derece belirleyici olan olayların, tarihi ve arkeolojik anlamda başka hiçbir tanığı yoktur. Yani, İ.Ö 1400 dolaylarında gerçekleştiği düşünülen “Exodus – Yahudilerin Mısır’dan çıkışı” ve bunu izleyen olaylar zinciri üzerine ne Mısır’da elle tutulur bir belge bulunabilmiştir, ne de Yakındoğu’da. Yine buna bağlı olarak, Mısır’da Yeni Krallık döneminin başlangıcında yaşamış Musa adlı bir yahudi peygamberinin varlığına ilişkin de yegane bulgu, Tevrat’ın sayfalarıdır. Aşağı yukarı aynı durum, “Yeni Ahit” için de geçerlidir: görece çok daha yakın bir tarih olan 1. yüzyıla ilişkin onca tarihi belge arasında, Nasıra’da (Nazareth) İsa adlı bir yahudi peygamberinin yaşadığı ve 34 yılı dolaylarında çarmıha gerildiği yolunda en küçük bir belge bile elde edilememiştir. Bugün dünya üzerinde 3 milyara yakın insanın inandığı iki büyük dinin Kutsal Kitabı’nı doğrulayacak verilerin azlığı, ilginç olmanın da ilerisinde, “garip” bir durum sayılabilir.
Oysa Mısır tarihinin en iyi bilinen bölümü, Yeni Krallık, özellikle de 17. Hanedan ve sonrasıdır. Bir yığın belge, papirüs, mektup ve resmi metin yardımıyla kronolojisi çok büyük oranda kesinleştirilen böylesi bir dönemde, binlerce insanın Firavun’un arzusu hilafına ülkeyi terketmesi ve onları yok etmek üzere artlarına düşen askerlerin Kızıldeniz’de boğulmalarına ilişkin bir tek satır bile destekleyici veriye ulaşılamamış olması, şaşırtıcıdır. Bu denli büyük ve önemli bir göç hareketi, dahası, din temelli bir siyasi isyan, nasıl olur da Mısır’da lehte ya da aleyhte hiçbir yankı bulmaz? Bu nokta üzerine giden tarihçiler, Yahudilerin Mısır’dan çıkışı diye bir olayın hiçbir zaman yaşanmadığını, çünkü bu ulusun Mısır’da kalıcı bir yerleşime gitmedikleri, başlangıçtan beri Kenan ülkesi dolayında yaşayan göçebe çobanlar oldukları ve fırsatını buldukları anda da bu ülkeyi ele geçirerek Yahudi Krallığı’nı kurduklarını vurgulamaktadırlar. Buna karşı ilahiyatçılar, Mısır belgelerinde Hapiru ya da Apiru adıyla anılan Yakındoğulu göçebe işçilerin aslında İbraniler olduğunu ve İbrani anl****** gelen “Hebrew” sözcüğünün Hapiru’dan türediğini savunurlar. Ancak, Mısır’da statü sahibi biriyken Hapiruların başına geçip onları “Vaat edilen topraklar”a götüren Musa adli bir lider üzerine onlar da hiçbir bulgu ileri sürememektedirler. Orta yolcu bir görüş, Mısır’da İ.Ö 1650 dolayında yaşanan “Hiksos” istilası sırasında Yakındoğu’dan bu ülkeye gelen insanların arasında Yahudilerin ağırlıkta olduğunu, yüz elli yıl sonra Hiksos devri bitip yönetim Teb prenslerinin eline geçtiğinde “mağdur ve istenmeyen” duruma düşen Yahudilerin Kenan’a geri döndüklerini ileri sürmektedir ama Musa’nın varlığını ve Exodus’u doğrulayacak veri hala eksiktir.
Aynı durum, Tevrat’ın ilk bölümü olan “Genesis – Yaratılış” sayfalarında daha farklı bir biçimde belirir: Bu ilk tektanrılı dinin kutsal kitabında anlatılan olayların (insanın yaratılışı, cennetten çıkış, Büyük Tufan) hiçbirinin özgün olmayıp en az iki bin yıl daha eski olan Sümer mitlerinden alındığı, geçen yüzyılda yapılan arkeolojik çalışmalar sırasında net olarak ortaya çıkmıştır. Yahudilerin 2000 yıl önceki tarihlerine, yani hıristiyanlığın başlangıcına ilişkin veriler ve İncil (Yeni Ahit) bölümleri de aynı destek eksiğiyle karşı karşıyadır. Birinci yüzyılın hemen başında Yahudi Krallığı’nın durumu ve Kral Herod’a ilişkin yeterli bilgi vardır. İsrail’deki yahudilerin bir “Mesih” arayışında oldukları da bilinmekte ve hatta radikal dini akımların Roma işbirlikçisi olarak gördükleri krallığa sırt çevirdikleri, isyan denemelerine giriştikleri de bilinmektedir. Aynı şekilde, bölgede Roma İmparatorluğu’nun valisi olarak Pontius Pilatus’un yetkili olduğu da belli belgelerde ortaya çıkmaktadır. Ama birinci yüzyılın büyük Yahudi ve Romalı tarihçilerinin hiçbirinin yazdığı belgelerde, “Nasıralı İsa” adıyla bilinen birinin ülkeyi boydan boya dolaşıp vaazlar verdiği ve insanları peşine takarak imparatorluk için bir tehlike oluşturduğuna ilişkin tek satır yoktur. Dahası, İsa diye birinin yaşadığına ilişkin tek belge, İncil’dir. Vali Pilatus’un isyankar bir yahudiyi Kudüs’te çarmıha gerilmeye nahkum ettiği yolunda bir tek Roma belgesinin bulunmamasını da bu veri eksikliklerine ekleyebiliriz.
1945 ve 1947 yıllarında Mısır ve İsrail’de elde edilen iki büyük arkeolojik bulgu, belki de yıllardan beri aranan, Tevrat ve İncil’i doğrulayacak belgelere erişilmiş olabileceği yolunda büyük heyecan yarattı. Bunlardan birincisi, 1945’te Mısır’da Nag Hammadi bölgesinde bulunan çok eski dini papirüsler; ikincisi de 1947’de İsrail’de, Ölü Deniz yakınındaki mağaralarda bulunan ve “Ölü Deniz Yazıtları” olarak bilinen belgelerdi. Ne var ki, her iki büyük bulgu da ortodoks dini tezleri doğrulamak bir yana, onların yüzyıllarca gözlerden uzak tutmaya çalıştığı şeyleri ortaya çıkarmışlardı: Nag Hammadi belgeleri, hıristiyanlığın kabulünden sonra ısrarla ve sistematik biçimde Kilise tarafından sindirilen ve susturulan “Gnostik”lerin dini-felsefi belgelerini içeriyordu, “Ölü Deniz Yazıtları”ysa Yahudi din adamları tarafından yüzyıllar boyu iz kalmamacasına silinip atılmaya çalışılan “Enoch’un Kitabı” başta olmak üzere binyıllar öncesinin “yasak yayınları”nı içermekteydi.
Her iki bulgu, araştırmacıları ve tarihçileri yeni noktalara götürmekte yardımcı oldu. Nag Hammadi ve Ölü Deniz Yazıtları, egemen ortodoks dini çevrelerin yok etmek istedikleri belgeleri ve bu belgeleri saklayan marjinal dini-felsefi insan gruplarını bilim adamlarının dikkatlerine sunuyordu: Bilgiye ve somut akla değer verdikleri için mitleri sorgulayan, İsa’nın “Tanrı’nın Oğlu” değil bir “insan” olduğunu ve çarmıhta ölmediğini, dolayısıyla bedensel dirilişin de “masal” olduğunu savunan Gnostikler; birinci yüzyıl başlarında Bethlehem ve Kudüs dolaylarında yaşamış bir “Mesih kültü”nün yaşatıcıları olan Nasoriler ve yine İsrail’de inzivaya çekilen radikal bir dini grup olan Esseneler. Bugün tarihçiler, bu son iki grubun, yani Nasoriler ve Essenelerin, hıristiyanlığın ilk esinlerini oluşturduklarını ama Roma’nın hıristiyanlığı kabulünü izleyen süreçte İmparator Konstantin’in (kendisi bir pagan kült olan “Sol Invictus” dinine son nefesine kadar bağlı olmakla birlikte) değişik Yakındoğu mitlerinden sentez oluşturup “İmparatorluk Dini”ni yaratmak üzere bir din adamları konseyini bir araya getirdiğini düşünüyorlar. Doğu’yu İmparatorluğun ana ekseni yapmak isteyen Konstantin, böylece bölge halklarını “resmi din” ile pasifize etmeyi amaçlıyor ve siyasi otoritenin ilgilenmediği bütün alanlarda “Kilise”yi yetkili ilan ediyor. Seçilen din adamları konseyi İznik’te toplanıyor ve Mithra Kültü’nden Mısır’ın İsis – Osiris mitlerine dek bütün bilinen kaynakları elden geçirip “resmi” dini formüle ediyorlar. Dini yetki Kilise’nin ellerine teslim edildiği için, bu dini ilkeleri sorgulayan ya da itiraz eden bütün yerel gruplar birer birer sindiriliyor, yok ediliyor. “Hareketin” asıl sahibi Nasori ve Essene mezhepleri ve dogmaları sorgulayan Gnostikler başta olmak üzere, muhalifler silinip gidiyor ortadan.
Bugün ortodoks dini çevreler (hem hıristiyan hem de yahudiler) bu yorumlara şiddetli tepki gösteriyorlar. Ama araştırmacılar da, açılan yeni yoldan yürümekte kararlılar. Bundan dört yıla yakın bir süre önce yayımlanan “Hiram Key” adlı kitabın yazarları Christopher Knight ve Robert Lomas da bu araştırıcıların en sansasyonellerinden. Her ikisi de Mason olan bu iki İngiliz, bütün tepkilere rağmen 6 yıl boyunca Masonluğun bilinmeyen tarihini incelediler, sorguladılar ve sonunda kendilerinin bile ummadıkları noktalara vardılar: Hıristiyanlığın tarihi, belki de yeniden yazılmalıydı!
İki genç adamın araştırmasının en sürpriz yanı, İsa ile ilgili ilk kez “elle tutulur” açıklamalar ortaya koyması ama bunların yine ortodoks dinin iddialarıyla 180 derece çelişik olmasıydı. İsa’nın “memleketi” olarak bilinen Nasıra’ya ilişkin bir bilmeceye takıldı ilkin Knight ve Lomas. İncil, “Ona herkes Nasıralı İsa diyecek” diyordu ama, bütün tarihi bulgular sözü edilen tarihlerde Nasıra kentinin varolmadığını gösteriyordu. İki araştırmacı, İsrail’de uzun süre dolaştılar, belgeleri incelediler ve sonunda aradıklarını hem Nag Hammadi yazıtlarında hem de orijinal metinlerde buldular. Nasıra (Nazareth) İsa zamanında ortada yoktu ama, “Nasıralı” nitelemesi de bir dil ve çeviri hatasından ileri geliyordu: Doğru sözcük, “Masorean”, yani “Nasorili”ydi. Sina dolaylarında yerel dilde Nasori “balık sürüleri” anl****** geliyordu ve şaşırtıcı biçimde aynı sözcük aynı lehçede “İsa’ya inananlar”ı da niteliyordu! Araştırmalarını ilerleten iki yazar, Nag Hammadi yazıtları ve bölgede rastlanan eski kabartmalar dahil, hıristiyanların kullandığı “birbirini kesen iki yay” biçimindeki amblemin net bir biçimde “balık” şeklini simgelediğini farkettiler. Bu, hıristiyan kültüründeki “balıkçılık” mitine de uygun düşüyor ve Aziz Peter’ın balıkçı olmasını, İsa’nın ağları balıklarla doldurması mitlerini de açıklıyordu. Son noktada “Nasıralı İsa” nitelemesi, bir başka okunuşla beliriverdi: “Balıkçılar grubunun İsa’sı” !
Nasorilere ilişkin bu yorumları, söz konusu grubun Esseneler ile de iç içe yaşadığını, dahası, belki de bu ikisinin aynı insanlardan söz ettiğini ortaya çıkaran bulgular izledi. Roma imparatorluğu bütün Yakındoğu’ya egemen olurken, dinlerinin ve binlerce yıldır saklanan eski bilgilerinin elden gideceğini düşünen bir grup yahudi şehirlerden uzakta inzivaya çekilmiş ve mağaralarda derviş hayatı yaşamaya başlamıştı. Bunlar, insanın doğumdan itibaren “kirliliğe” yatkın olduğunu düşünüyorlar ve sürekli su ile yıkanmayı gerekli görüyorlardı: “Vaftiz”in izleriydi bunlar! İçlerinden bazıları Kudüs ve dolaylarında insanların arasında dolaşıp onları “doğru yola çağırma” işlevini üstlendikleri anlaşılıyordu ki, bunlardan biri “Nasorilerin İsa”sı, diğeri de “Vaftizci Yahya” olmalıydı.
Sonra Knight ve Lomas, İsa’nın adı üzerinde durdular: İncil yunanca yazılmıştı ve bu nedenle “Jesus” adı Yunan dilindeydi. Bu ismin Yahudi dilindeki karşılığı çok büyük bir olasılıkla “Joshua” olmalıydı aslında. “Joshua”, Tevrat’taki kurtarıcı “Mesih” imgesine yakın kişiliklerden biriydi. Diğer yandan İsa’nın “soyadı” haline gelen “Mesih” yani “Christ” sözcüğünün de bir özel isim olmayıp, Yahudi dinindeki “beklentiyle” ilişkili olduğunu vurguladılar Knight ve Lomas. Yahudiler, Tevrat’ta yazılı olan, kendilerini bağımsızlığa götürecek bir Mesih’i bekliyorlardı ama bekledikleri kişi “Tanrı’nın Oğlu” ya da bizzat “Tanrı” nitelemesiyle gelecek ve “dünyayı kurtaracak” biri değil, etten kemikten biriydi: Yahudilerin Kralı unvanıyla, Davut’un mirasını üstlenecek ve Yahudileri Roma zulmünden kurtarıp bağımsızlığını sağlayacak güçlü, savaşçı bir Mesih bekliyordu onlar. Bu durumda, isimde bir gariplik vardı sanki.
İki yazar, araştırmayı İsa’nın yakalanıp yargılanmasına ve çarmıha gerilmesine dek götürdüler. 4. yüzyıldan beri yüzlerce inanmış insan Yahudi topraklarını karış karış aramış ama ne mahkeme tutanaklarına ne de ünlü çarmıha gerilme işleminin yapıldığı meydana ya da mezara ulaşabilmişti. Bir referans noktası arayan Knight ve Lomas, yargılama ve çarmıha gerilme bölümüne ilişkin İncil’deki hikayede, kimsenin o güne dek dikkat etmediği bir “anormalliği” farkettiler birden: Efsaneye göre Vali Pilatus, İsa ile birlikte idama mahkum edilen Barrabas adında bir suçluyu halkın önüne çıkarmış ve adet gereğini birinin affedileceğini söyleyip halktan seçim yapmasını istemişti. Çoğunluğunu yahudilerin oluşturduğu halk da söz birliği içinde “Barrabas’ı affet, İsa’yı as” yanıtını vermişti valiye. İki yazar, bu Barrabas’ın bir ikinci isminin daha olduğunu fark ettiler: Matta İncili’nin 27:16 ayetinde bu adamın adı, bir kez geçiyordu: İsa Barrabas!
İşler bambaşka bir noktaya yönelmeye başladı Knight ve Lomas için: Demek o gün, inanışa göre, idama mahkum edilen iki İsa vardı! Bunlardan biri, “Yahudilerin Kralı” iddiasıyla ortaya çıkmış ve bu unvan alaycı biçimde başının üzerine yazılarak çarmıha gerilmişti. Diğeriyse, İsa Barrabas idi ve Vali Pilatus tarafından affedilmişti. İki yazar, bir adım daha ileri gittiler ve o günün diline ilişkin verilerden yararlanarak, bu kökeni hiç bilinmeyen Barrabas adını çözümlediler: “Bar”, dönemin dilinde “Oğlu” anl****** geliyordu. “Abba” ise “Baba” demekti. İki sözcük birleşip tamlama haline geldiğinde “Babasının Oğlu” çıkıyordu ortaya ama bu tamlamanın özel anlamı, “Tanrı’nın Oğlu”ydu! Yani Barrabas bir isim falan değil, bir unvandı ve İsa Barrabas harfi harfine “Tanrı’nın Oğlu İsa” demekti! Demek ki, o gün Kudüs’te “Tanrı’nın Oğlu İsa” adıyla bilinen biri, olasılıkla başını derde sokmuş bir din adamı ya da vaiz Vali Pilatus tarafından affedilmiş, daha tehlikeli görülen, çünkü “Yahudilerin Kralı” unvanına sahip olduğu söylenen, halk arasında “beklenen Mesih” olabileceği inançları yayılan bir başka İsa da çarmıha gerilerek idam edilmişti! Şimdi, bunların hangisi hıristiyanların İsa’sıydı sorusuna yanıt bulmak kalıyordu ve Knight ile Lomas’a göre yanıt açıktı: Affedilen ve serbest kalan, “Tanrı’nın Oğlu” unvanlı derviş!
İddia, hemen farkedeceğiniz gibi “sağlam” bilimsel dayanaklara sahip değil ve yine dini belgelerden yararlanıyor. Ama çözümleme ve varsayımın geçerli olma olasılığı hiç de düşük değil. Bu varsayım, iki yazarı şöyle bir noktaya da yönlendiriyor: İsa, affedildi ve bir Nasorili olarak, Essenelerin arasına geri döndü. Birinci yüzyılın ortaları boyunca, diğer yoldaşlarıyla birlikte mezhep inanışlarını yaymaya çalıştı, bunda bir ölçüde başarılı da oldu. Ne var ki Roma İmparatorluğu ani bir strateji değişikliğiyle yeni dini alıp “resmi din” haline getirince ve onu istediği gibi yoğurup muhalifleri de ezince, Essene ve Nasorilerin sahip oldukları tek şey, inançları ve bilgileri de ellerinden alındı. Roma’nın kurduğu Kilise de yüzyıllar boyunca yapay bir hıristiyanlığı Batı dünyasına egemen kıldı, muhalifleri yok etti. İki yazar, “Hiram Key” kitabında İsa’nın döneminde yazılan ve bilinmeyen geçmişe ışık tutacak belgelerin İsa ve yoldaşlarınca Kudüs’te bir yerlere saklandığını; 1000 yıla yakın bir süre sonra, Haçlı Seferleri sırasında bölgeye gelen Templar Şövalyeleri’nin ısrarla bu belgeleri arayıp bulduklarını; ele geçen yazıtların şövalyelerce İskoçya’daki bir şatonun içine gizlendiğini de iddia ediyorlar. Buna göre, eğer İskoçya’daki Rosslyn Şatosu iyice aranırsa, bilmediğimiz daha pek çok şeyi içeren büyük bir gizem ortaya çıkacak. Bu, Essenelere de atalarından kalan, olasılıkla İ.Ö 3. binyıla, hatta daha gerilere giden bir gizem belki de.

Mavi forum

Sultanların Ölüm Sebebi

Hangi Padişah Neden Ölmüş ? İşte Cevapları.

I. Osman Felç/Nikris
Orhan Depresyon
I. Murad Suikast
I. Beyazid İntihar(zehir)
I. Mehmed Dizanteri/Zehir
II. Murad Felç
II. Mehmed Nikris/Zehir
II. Beyazid Suikast
I. Selim Kanser
I. Süleyman Felç
II. Selim Çarpma/Alkol
III. Murad Felç/Taş
III. Mehmed Depresyon/Felç
I. Ahmed Tifüs
I. Mustafa Zihinsel Hastalık
II. Osman İdam
IV. Murad Siroz
İbrahim İdam
IV. Mehmed Zehir
II. Süleyman Zayıflık
II. Ahmed Depresyon/Felç
II. Mustafa Zayıflık
III. Ahmed Zehir
I. Mahmud Felç
III. Osman Felç
III. Mustafa Kalp Yetmezliği
I. Abdulhamid Felç
III. Selim İdam
IV. Mustafa İdam
II. Mahmud Siroz
I. Abdulmecid Tüberküloz
Abdulaziz İntihar süsü
V. Murad Diyabet
II. Abdulhamid Kalp Yetmezliği
V. Mehmed Kalp Yetmezliği
VI. Mehmed Kalp Yetmezliği
II. Abdülmecid Kalp Yetmezliği

Mavi forum

Gizli Dünya Devleti ve Siyonizm

Bilderberg

Gizli Dünya Devleti'nin ismi en çok duyulan organlarından biri Bilderberg'dir. Aslında Bilderberg, Illuminati şebekesinin emellerini gerçekleştirmek amacıyla geliştirdiği Yuvarlak Masa teorisine göre ortaya çıkarılmış bir oluşumdur. Fakat Illuminati şebekesinin ortaya çıkmasıyla Bilderberg'in kurulması arasında 177, Yuvarlak Masa teorisinin ortaya atılmasıyla arasında ise 77 yıl vardır. Yuvarlak Masa'nın en eski organlarından olan CFR'den ise 33 yıl sonra ortaya çıkmıştır.

Yukarıda üzerinde durduğumuz CFR'nin ağırlık merkezini Amerika oluşturuyordu. Bu yüzden Bilderberg, CFR ve öteki örgütlerin Avrupa ayağını ve etkinliğini teşkil etmek için Hollanda' da Oosterbeek şehrinde Bilderberg Oteli'nde 1954'te kurulmuştur. Kuruluşun gerçekleştirildiği otelin sahibi de Hollanda kralıydı. Örgüt de ilk toplantının gerçekleştirildiği otelin adını alarak Bilderberg Group (Bilderberg Grubu) diye adlandırılmıştır.

Bilderberg Grubu'nun kurucuları arasında Hollanda prensi Bernhard ve Polonyalı sosyolog Dr. Joseph Hieronim Retinger de vardır. Retinger, Bilderberg' in fikir babası olarak bilinir. Aynı zamanda CFR üyesidir. Bilderberg'in kuruluşunda, ABD istihbarat örgütlerinin, özellikle CIA' nin rolü olduğu çok iyi bilinmektedir. Prens Bernhard ise eski bir Nazi SS üyesidir. (Nazi SS' den ileride söz edeceğiz). 1937'de Hollanda prensesi ile evlenmiştir, ama Nazilerle olan yakın bağları çok iyi bilinmektedir.

Bilderberg'in kurucucuları arasında yer alan Prens Bernhard'ın Nazi SS üyesi olması konusu üzerinde biraz durmak gerekmektedir. Fakat Hitler'in yükselişinde gizli ellerin rolü hakkında özel bir bölüm geleceğinden bu konunun ayrıntısına orada girmeyi tercih ediyoruz.

Bilderberg'in kuruluşunda zikrettiğimiz iki isim geçmekle birlikte asıl önemli rol oynayanlar ve finansörlük yapanlar Gizli Dünya Devleti organlarında ismi sıkça geçen Rothschild ailesidir. Bu çalışmada Amerikalı Rockefeller ailesi tarafından da desteklenmişlerdir.

Bilderberg, dünyanın yönetimi ve küreselleşme konusunda her yıl farklı ülkelerde toplantılar yapar. Toplantılar son derece gizli şartlarda ve özel ortamlarda yapılır. Toplantıları genellikle her yılın Mayıs ayının son haftasına denk gelmektedir. Katılanlar yaklaşık üç günlük toplantı süresince dış dünya ile bağlantılarını koparmak zorunda kalıyorlar.

Katılanlar toplantılarda neler konuşulduğu değil nelerin gündeme geldiği hakkında bile herhangi bir bilgi vermekten kaçınırlar. Örgütün üyesi olanların dışında hiçbir gazeteci veya yazar toplantıya alınmaz. Üye olanlar da dışarıya bir şey sızdırmazlar. Dolayısıyla medyanın toplantıların içeriği hakkında herhangi bir bilgi edinmesi mümkün değildir.

Toplantılarda gizlilik prensibinin eksiksiz uygulanabilmesi için dikkat edilen bazı hususları burada zikredelim: Grup her yıl yaptığı düzenli toplantılarda, toplantı yapılan otelin bütününü tutar ve bina güvenlik güçleri tarafından yakın korumaya alınır. Üç gün süren bu toplantılara üyelerin eşleri bile çağrılmaz. Toplantılarda not tutulması yasaktır. Katılanlardan konuşulanları dışarıya sızdırmayacakları üzere yemin alırlar. Şimdiye kadar düzenlenen toplantılara birçok yazar da katılmış ama bu kişiler katıldıkları toplantıların içeriği hakkında tek satır bile yazmamışlardır. Bu da gizlilik prensibine ne kadar sıkı bir şekilde bağlı kalındığı hakkında yeterince fikir vermektedir. Bu toplantıların ne derece büyük bir gizlilik içinde yürütüldüğünü grubun etkinliklerini araştıran Robert Eringer, "Bilderberg Group, The Global Manipulators" adlı kitabında dile getirir. Eringer, kitabın çalışma safhasında toplantılara muhtelif tarihlerde katılan dışişleri bakanlarına ve CIA'ye yazdığı mektuplara şaşırtıcı cevaplar alıyor. Gelen cevaplarda sorulara muhatap olan kişiler böyle bir grubun varlığını bilmediklerini belirtirler. Örgütün "Spotlight" isimli bir dergisi yayınlanmaktadır. ABD'li gizli örgüt ve CFR üyelerinin birçokları aynı zamanda Bilderberg üyesidir. Aslında Bilderberg, CFR'nin çok daha gizli bir biçimde uluslararası boyuta yayılmış halidir. Amacı Yeni Dünya Düzeni'ni ve ABD-İngiltere hâkimiyetini ve emperyalizmini tüm dünyaya yaymaktır. Her yıl yapılan çok gizli ortamdaki toplantılarını hem CIA, hem de toplantının yapıldığı ülkenin istihbarat örgütü kontrol eder.

Bilderberg kararlarının devlet yöneticilerinin değiştirilmesinde de önemli rolü olduğuna inanılmaktadır. İngiltere'nin eski başbakanı Margaret Thatcher'ın yükselişi ve düşüşü buna örnek gösterilir. Thatcher'in 1975'te Bilderberg toplantılarına katılmasının ardından yıldızının birden parlaması, bu gelişmenin hemen ertesinde yapılan İngiltere genel seçimlerinde masonların desteğiyle başbakanlığa seçilmesi ve bu görevini 3 dönem üst üste sürdürmüş olması, birçoklarının ortak görüşüne göre Bilderberg kararlarıyla onun desteklenmesi sayesinde olmuştur. Daha sonra gözden düşmesinin ve yıldızının sönmesinin sebebinin de Bilderberg grubunun, İngiltere'deki kraliyet rejimine direnmesi taleplerine itiraz etmesi olduğu Jim Tucker adlı bir İngiliz gazeteci tarafından dile getiriliyor. Thatcher'in düşüşünden sonra Tony Blair'in yükselişe geçmesinde de Bilderberg'in önemli rol oynadığı tahmin ediliyor. Çünkü Blair de, Bilderberg toplantısına katılmasından sonra İngiltere başbakanlığına seçilmeyi başardı. ABD'nin son dönem başkanlarından Jimmy Carter, baba George Bush ve Bill Clinton'un iş başına gelmesinde Bilderberg kararlarının etkili olduğu konuyla ilgili araştırmalarda vurgulanmaktadır.

Bilderberg grubu üzerinde siyonistlerin sultası çoğunlukla açığa çıkarılmaz. Oysa işin gerçeğinde grubun karar mekanizmasında yer alanlar yahudilerdir. Hatta grubun asıl yönetim merkezinin Kudüs'te olduğunu iddia edenler vardır. Kudüs'te 70 hahamdan oluşan Sanhedrin grubunun baş hahamlarının örgüt hiyerarşisinin en üst noktasında bulunduğu bazı kaynaklarda vurgulanmaktadır. Bu konudaki bilgiler gizli tutulsa da Bilderberg'in Amerika'daki yahudi lobisinin en önemli örgütlerinden B'nai B'rith ile işbirliği içinde olduğu artık gizlenemeyecek kadar açıktır.

Bilderberg toplantılarının ana amacı dünya siyaseti üzerinde önceden programlamalar yapmak ve projeler geliştirmektir. Konuşulacak ve tartışılacak konular önceden tespit edilir. Ama bu tespiti örgüt hiyerarşisinin üst kademesinde yer alanlar yapar. Katılanlar ise sadece görüş beyan ederler. Fakat katılımcılar sayıca çok olduğundan görüş beyan etme süresi oldukça kısadır. Konuştuğu konuda uzman olanlara 5, uzman olmayanlara 3 dakika konuşma süresi tanınır. Süre kontrolü ışık sistemiyle yapıldığından kimse süresini aşma imkanı bulamaz. Buradan anladığımıza göre bu görüş beyan etme işi bir bakıma laf olsun diye yapılmakta, karar mekanizmasında yine üst kademeyi oluşturanların sözleri birinci derecede etkili olmaktadır. Katılanlar ise siyaset sahnesinde ilerleyebilmek için kararları uygulama zorunluluğu duyduklarından kendilerinden isteneni yapma dışında bir seçenek bulamamaktadırlar. Alınan kararlar herhangi bir şekilde yazılı veya görsel kayda geçirilmez. Herkes kararları aklında tutmak ve yeri geldiğinde hatırlamak zorundadır.

Bilderberg toplantılarına katılan üst düzey devlet adamları alınan kararları, kendi ülkeleri aleyhine olsa da uygularlar. Bilderberg Grubu zaman içinde üye sayısını bayağı artırmış ve etki alanını genişletmiştir. Zikrettiğimiz diğer gizli örgütlerle de işbirliği içinde olduğundan, güçlerini belli bir noktada birleştirmektedirler.

Bilderberg'in bugüne kadar düzenlenen toplantılarının iki tanesi Türkiye'de oldu. Bunların birincisi 1959'da İstanbul Çınar Otel'de ikincisi ise 1975'de Çeşme Altın Yunus tatil köyünde gerçekleştirildi.

Türkiye'de son 50 yıldır başa geçen ünlü politikacıların birçoğunun Bilderberg üyeleri arasında adları geçmektedir. Bazılarının bu toplantılara katıldığına dair medyaya yansımış bilgiler bulunmaktadır. Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel'in 1975'te Türkiye'de, Çeşme'de düzenlenen toplantıya katıldıkları bilinmektedir. Mesut Yılmaz 1990'da New York'ta düzenlenen toplantıya katılmıştır.

Yine Bilderberg çalışmalarıyla ilgili araştırmalarda geçtiğine göre 1995 toplantısına Meclis eski başkanı Hikmet Çetin, tanınmış akademisyen Prof. Dr. Şerif Mardin ve Cem Boyner, 1996 toplantısına eski bakanlardan Emre Gönensay ve Merkez Bankası başkanı Gazi Erçel, 1997 toplantısına eski bakan Vahit Halefoğlu, Sabah gazetesinin sahibi Dinç Bilgin, Enka Holding'ten Sinan Tara, Prof. Dr. Üstün Ergüder, 1998 toplantısına İktisadi Kalkınma Vakfı başkanı Meral Gezgin Eris, Koç Holding'ten Suna Kıraç, Özelleştirme İdaresi başkanı Uğur Bayar, emekli büyükelçi Gürbüz Aktan ve Dışişleri bakanı İsmail Cem, 1999 toplantısına Hürriyet gazetesinin Ankara temsilcisi Sedat Ergin, Merkez Bankası başkanı Gazi Erçel, TÜSİAD başkanı Erkut Yüceoğlu ve Koç Holding'ten Suna Kıraç, 2000 toplantısına Sosyal İşler Komisyonu üyesi ve dönemin NTV yöneticisi Nuri Çolakoğlu ve TÜSİAD üyesi Muharrem Kayhan, 2001 toplantısına Gazi Erçel, emekli büyükelçi Özdem Sanberk, 2002 toplantısına ise Dünya Bankası'ndan büyük ümit ve hesaplarla Türkiye'ye getirtilen Kemal Derviş ile birlikte birkaç kişilik bir ekip katıldı. Bunların dışında da katılanlar oldu tabii ki. İşadamı Selahattin Beyazıt'ın daimi üye sıfatıyla her sene katıldığı medya kaynaklarında belirtilmektedir. Onun dışında da birçok daimi üye bulunmaktadır.

Aydınlık gazetesinin yayınladığı bir listeye göre Bilderberg'in Türkiye üyeleri şu kişilerdir: Selahattin Beyazıt, Şarık Tara, Bülent Eczacıbaşı, Jak Kamhi, Sakıp Sabancı, Mehmet Emin Karamehmet, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Erdal İnönü, Mesut Yılmaz, Hikmet Çetin, İsmail Cem, İlter Türkmen, Kemal Derviş.

Fakat bu arada Bilderberg toplantısının kendi iç hiyerarşisi açısından daimi üyelik, üyelik ve herhangi bir toplantıya katılma arasında fark olduğunu hatırlatalım. Bununla birlikte toplantılara katılmak da grupla bir bağ kurmayı ve siyasi sahnede grubun kararlarına ters düşecek tutumdan kaçınmayı beraberinde getirir.

ABD'nin eski Dışişleri bakanı ve Amerika'daki yahudi lobisinin başını çeken Henry Kissinger, Gizli Dünya Devleti'nin diğer örgütleri gibi Bilderberg' in de üyesidir. Kendisinin Türkiye'deki "Dönmeler" kitlesinden olduğu ve aynı zamanda uluslararası güç merkezleriyle irtibatının bulunduğu bilinen eski büyükelçi Coşkun Kırca, Kissinger'in bu örgütlerdeki rolü hakkında şunları söylüyor: "Katılanların birçoğu zaten katılmadan önce kendi memleketlerinde o tür platformlara uygun görüşler dillendirmiş insanlardır ve önemli insanlardır. Bu toplantılar onların katılmasıyla önem kazanıyor. Mesela Henry Kissinger zaman zaman katıldı bu tür toplantılara ama Henry Kissinger bu toplantıların dışında da konuştuğu zaman zaten söylediklerine önem atfedilir... Dolayısıyla Henry Kissinger'in bu toplantılara katılması toplantılara önem katar." Bu arada Bilderberg'in Türkiye'ye yönelik çalışmalarından Henry Kissinger'in sorumlu olduğunu hatırlatalım.

Trilateral Komisyon
Yuvarlak Masa teorisine göre şekillenen örgütlerden biri de Trilateral Komisyon (TR)'dur. Bu komisyon 1973'te her ikisi de yahudi olan David Rockefeller ve Zbigniew Brzezinski tarafından kurulmuş gizli bir örgüttür. Bu iki kişinin aynı zamanda CFR üyesi olduklarını hatırlatalım. Bu örgütün ortaya çıkmasında yukarıda sözünü ettiğimiz Bilderberg grubunun çalışmalarının önemli rolü olmuştur. Her ne kadar adresi, yeri, üyeleri belli ise de yaptığı aktivitelerin ardında gizli amaçlar ABD'li istihbarat örgütleri ve NATO'nun gizli özel savaş örgütleri bulunmaktadır. ABD başkanlarının ve Avrupa, Amerika ve Japonya'daki yönetici kadroların çoğu TR üyesidir.

Tüm dünyada TR, Bilderberg ve CFR birbirinin içine girmişlerdir. Birçok etkili yönetici bunların her üçüne birden üyedir. Örneğin Amerika'daki yahudi lobiciliğinin önde gelen ismi ve ABD'nin eski Dışişleri bakanı Henry Kissinger bunların her üçüne birden üyedir. Yine eski ABD başkanı Bill Clinton, CIA eski direktörü John Mark Deutsch, Savunma bakanlığı eski sekreteri Robert Strange McNamara, ABD'nin Japonya Büyükelçisi Walter Fritz Mondale, Hazine eski sekreteri Benjamin Nye gibi isimler de her üç teşkilata birden üyedir. Bilindiği kadarıyla her üçünün de üyesi olan 48 kişi vardır.

Bohemian Kulübü
Gizli Dünya Devleti'nin Amerika'daki karanlık şebekelerinden biri de Bohemian Grove (Bohemian Kulübü-BG)'dır. BG, 1880'lerde California'da kurulmuş bir cemiyettir. Üyeleri, törenleri ve faaliyetleri çok gizli tutulur. Merkezdeki çiftlik aynı anda yüzlerce kişinin hafta sonu toplantılarına katılabileceği niteliktedir. Her şehirde tapınakları vardır. Sembolleri Baykuş'tur. ABD'deki yahudi lobisinin en önemli isimlerinden olan ve ABD'nin eski Dışişleri bakanı Kissinger bu cemiyetin üyesidir. Eski başkan Ronald Reagan da bu cemiyetin üyeleri arasında yer alıyordu. Faaliyetleri her ne kadar gizli tutulsa da Bohemian Kulübü'nün SBS, Pilgrem Society, Rotary Club gibi masonik cemiyetlerle iç içe olduğu çok iyi bilinmektedir. İddialara göre Amerika'da bir istihbarat örgütünün başına getirilmenin şartı BG'den referans almaktır. BG üyeleri sadece devlet yönetiminde değil iktisadi kuruluşlarda da önemli ve kilit noktalara gelmişlerdir. Örneğin 1991'de Amerika'daki önemli iktisadi kuruluşlarda üst düzey yönetimlerde bulunan BG üyelerinin sayısı şöyleydi: Bank of America 7 direktör, Pacific Gas and Electric 5 direktör, AT-T 4 direktör, First Interstate Bank 4 direktör, McKesson Corporation 4 direktör, Ford Motors 4 direktör, General Motors 3 direktör, Pacific Bell Telephone 3 direktör. İstihbarat örgütlerinin başkanlarının veya üst düzey yöneticilerinin birçoğunun da BG ya da SBS üyesi olduğu kayıtlarda geçmektedir. Yeni Dünya Düzeni teorisinin şekillendirilmesinde BG'nin de SBS gibi önemli rolü olmuştur.


Kaynak : Ahmet Varol

Mavi forum

Nazilerin Bilinmeyen Kökleri

THEOSOPHİCAL SOCİETY ( 1875 )


Alman milliyetçiliği, Helene Blavatsky adli Rus asilli bir medyum tarafından 1875 yılında kurulan Theosophical Society adli okült derneğinden büyük ölçüde etkilenmişti.

Bu derneğin amacı

Doğu mistisizmi ve okültizmi ile; masonluk, Gül-Haççılık, Kabala gibi Bati kaynaklı okült gelenekleri birleştirmekti.

Mason, Gül-Haç ve Kabala bağlantısından da anlaşıldığı gibi Theosophical Society, Tapınakçı geleneği koruyan, yani Yahudi mistisizmine siki sıkıya bağlı bir örgüttü. Bu, derneğin ambleminden bile anlaşılıyordu ;

amblemin ortasında kocaman bir Sifon yıldızı vardı, ayrıca taç ve kuyruğunu ısıran yılan gibi M. Tevrat kaynaklı Yahudi sembolleri de amblemde yer alıyordu. Tüm bunların yanında, bir de ilginç bir sembol daha vardı derneğin ambleminde; sonradan Nazi partisinin sembolü haline gelecek olan gamalı haç!
Theosophical Society'den Naziler'e uzanan zincirin devamını incelediğimizde, daha da ilginç gerçeklerle karsılaşıyoruz. Theosophical Society'den kısa bir süre sonra bir başka Alman milliyetçisi okült dernek daha kuruldu: Viril Derneği. Michael Howard'a göre, Viril derneğinin amacı, "Theosophy derneğinin ve Kabala’nın mistik sistemini, Illüminati locasının politik idealleri ile birleştirmekti." Viril Derneği’nin amblemi ise tek başına gamalı haçtı.

Alman milliyetçileri tarafından ayni sıralarda kurulan bir diğer dernek ise Armanenschafft adli gizli örgüttü.

Mavi forum

bu ne böle ya:S



Mavi forum

17 Ağustos İle İlgili Farklı Bir Yorum..

Yıllarca önce Sırp asıllı Amerikalı bilim adamı mucit Nikola Tesla tarafından geliştirilen bu "düşük frekanslı elektromagnetik ışınımla "yüksek enerji nakli" tekniğini hem Ruslar hem de Amerikalılar uzun zamandır bir silah olarak kullanmanın yolunu arıyorlardı
Senator Claiborne Pell şöyle söylüyordu: "Şu anda bir anlaşmaya ihtiyacımız var... Dünyanın askeri liderleri fırtınaları yönetip, iklimleri değiştirmeden ve düşmanlarına karşı depremler oluşturmadan önce..."
Senaryoya göre, San Andreas fay hattında meydana gelebilecek büyük bir depremin Amerikan ekonomisine çok büyük zarar vereceğini bilen ABD, yer kabuğundaki değişimleri izleyerek, daha deprem oluşmadan tektonik katmanlar arasında artan basıncı değişik noktalardan patlatıp boşaltarak, büyük depremi küçük depremler haline dönüştürmenin yolunu bulmuştu. Sıra projenin denenmesine gelmişti
Gölcük 17 Ağustos 1999, saat 03:02
Saat gecenin üçüydü ve insanlar can havliyle kendilerini evlerinden dışarı atmaya çalışırken sanki bir kıyameti yaşıyor gibiydiler. Ve sanki insanların çoğu belki de ölümün kendilerine ne kadar yakın olabileceğini ilk defa bu denli yakından gördüler.
Donanma Komutanlığı'nın görkemli devir-teslim törenini müteakip deprem hiç beklenmedik bir zamanda, ansızın çıkagelmişti. İki fırkateynin gece boyunca aydınlattığı orduevi yerle bir oldu. Milyarlarca liralık havai fişeklerin aydınlattığı Gölcük semaları bir kaç saat sonra bilimadamlarının 'deprem ışıması' dedikleri ancak hala ne olduğu tam olarak anlaşılamayan bir 'şeyle' aydınlandı. Bir kaç saat sonra, o unutulmaz uğultunun ardından bütün Türkiye derin uykusundan uyandı. Binalar birbiri ardına devrilirken ölüm binlerce insanı aynı anda yakalıyordu. Devlet hazırlıksız yakalanmıştı. Binlerce insan teknik yetersizliklerden ötürü enkazların altında günlerce bir kurtarıcı bekleyerek öldüler. Kısa süre sonra kamuoyu hummalı bir tartışmanın içinde buldu kendini. Binaların depreme dayanıklı yapılmayışı, fay hattının üzerine yerleşim alanlarının kurulması gibi argümanlar sıkça duyulan şeylerdi. Televizyon kanalları tartışma programlarını depreme ayırıyorlardı. Bu sırada deprem anını yaşayan insanlar depremle ilgili ilginç şeyler söylemeye başlıyor, kamuoyu tam olarak anlam veremese de iddiaları can kulağıyla dinliyordu. Enkazdan kurtarılan bir bayan Ali Kırca'nın yönettiği Siyaset Meydanı'nda aynen şöyle söylüyordu: "O gece ne olduğunu bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki bu depremden farklı bir şeydi."
İddialara yenileri ekleniyordu. Depremden hemen önce Gölcük'ten Avcılar'a kadar geniş bir alanda görülen 'ateş topu' ile ilgili bilimsel bir açıklama yapılamıyordu. Bazı bilim adamları görülen ateş topunun 'deprem ışıması' olduğunu söyleseler de neden diğer depremlerde de bu kadar açık benzeri bir ışıma yaşanmadığı sorusunun cevabı net olarak verilemiyordu. Öyle olsa bile bu da sadece bir tezdi ve geçerliliği de en fazla diğer tezler kadardı.
Kısa süre sonra fısıltılar dilden dile dolaşmaya başladı. Türk basınının saygın isimleri Gölcük depreminin 'suni' bir deprem olabileceğine ilişkin görüşleri aktarmaktan çekinmediler. Gölcük depremi suni bir deprem olabilir miydi? Bu konuda hemen deprem sonrasında birtakım teoriler ortaya atılmaya başlandı. Kimine göre Ruslar bomba patlatmıştı ve bu da depreme neden olmuştu. Kimi Yugoslavya'ya atılan bombaların yer kabuğunun dengesini bozduğu için depremin olduğunu söylüyordu. Hatta bazılarına göre bu işi PKK bile yapmış olabilirdi. Nitekim CNN, Başbakan Bülent Ecevit ile yaptığı bir röportaj sırasında böyle bir soruyu sormakta her hangi bir beis görmedi. Kimi de bunun başka bir terörist örgütün işi olduğunu veya uzay araştırmalarının bir parçası olduğunu söylüyordu. Ancak bu teoriler arasında en akla yatkın olanı 'Future Times'da yayınlanan araştırma dizisinde yer alan hikayeydi. Bu senaryoya göre, San Andreas fay hattında meydana gelebilecek büyük bir depremin Amerikan ekonomisine çok büyük zarar vereceğini bilen ABD, yer kabuğundaki değişimleri izleyerek, daha deprem oluşmadan tektonik katmanlar arasında artan basıncı değişik noktalardan patlatıp boşaltarak, büyük depremi küçük depremler haline dönüştürmenin yolunu bulmuştu. Yıllarca önce Sırp asıllı Amerikalı bilim adamı mucit Nikola Tesla tarafından geliştirilen bu "düşük frekanslı elektromagnetik ışınımla "yüksek enerji nakli" tekniğini hem Ruslar hem de Amerikalılar uzun zamandır bir silah olarak kullanmanın yolunu arıyorlardı. Bu yöntemle çok uzaktan, hatta uzaydan geniş alanlarda tahribat yapabileceklerdi.
Ancak Pentagon yıllardır çok güçlü bir silah geliştirmek amacıyla üzerinde çalıştığı bu projeyi, bir yandan da barışçı "deprem indirgeme" sistemine uygulamak suretiyle tepkileri azaltmayı ve fonlama devamlılığını sağlamayı amaçlıyordu. Bu nedenle proje önce Avustralya'nın çıplak ve seyrek nüfuslu bölgelerinde denendi ve geliştirildi. Daha sonra bunun deprem bölgelerinde denenmesine geldi sıra. Değişik zamanlarda Kafkaslar'da, Okyanus tabanında ve Güney Amerika'da Ant'larda tektonik uyarılar verilmek suretiyle endüktif deprem "yaratma" konusunda büyük adımlar atıldı. İşte bu araştırmalar da Amerika'da HAARP tarafından yürütülüyordu. İddialar bununla da kalmıyordu kuşkusuz.
Biz de bu konunun ana kumanda merkezi HAARP ile ilgili kapsamlı bir araştırma yaptık. Ulaştığımız sonuçlar ise bir hayli ilginç.
Fırınlanmış Alaska
Pentagon, Alaska'da, Anchorage'in 200 mil doğusundaki Arktik kompleksinde, bir gigawatt'tan fazla enerjiyi atmosferin üst katmanlarına yaymak için dizayn edilmiş güçlü bir verici inşa etti. HAARP Projesi (Yüksek Frekanslı Aktif Auroral Araştırma Programı) olarak bilinen bu araştırma dünyanın en büyük "iyonosfer ısıtıcısını" içeriyordu. Bu prototip aygıt, dünyanın yüzlerce mil yukarısındaki gökyüzüne yüksek frekanslı radyo dalgaları göndermek için dizayn edilmişti.
Peki ama neden iyonosferin elektrik yüklü partikülleri böyle bir ışınıma tabii tutuluyordu? Amerikan Donanması ve Hava Kuvvetlerine göre, bu projenin sponsorları "Alaska iyonosferinin kompleks doğa çeşitlenmesini incelemek için" bu çalışmaya katıldılar. Pentagon ayrıca bu teknolojiyle yeni haberleşme biçimleri geliştirme, orduya ait nükleer denizaltılara sinyal gönderme ve yerin derinliklerini araştırabilen teknolojileri gizlice inceleme imkanına sahip olacaktı.
Bir yıldan uzun bir süre önce HAARP üzerine 60 büyük teori yayınlandı. O zamandan beri tahkikat yapanlar bu eşsiz projeyi UFO olaylarından Birleşik Amerika'daki dev güç merkezlerine ve en son olarak yakın zamandaki TWA 800 uçağının düşüşüne kadar herşeyle suçladılar. (Pentagon, HAARP düzeninin geçen yılın sonlarından beri faaliyette olmadığını iddia etti). Bazıları bunu "Pentagon'un kıyamet günü ölüm ışını" olarak çevirdiler. Bu teorilerin birçoğu dikkat çekici ve mantıklıydı. Bu eleştirilerin arasında Star Wars füze savunma planlarından, hava şartları değiştirme komplolarına, sun'i deprem yaratma ve hatta belki de insan zihnini kontrol eden deneylere kadar birçok uygulama bulunuyordu.
HAARP kompleksi 23 ar'lık arazi üzerine Gakona kasabası yakınlarında izole edilmiş bir bölge üzerine kurulmuştu. 1997 yılında projenin son safhası tamamlandığında, ordu, 3 gigawatt güçten fazla (3 milyar watt), 2,5-10 megahertz frekans aralığında ışınlama yapabilen "yüksek frekans bazlı bir radyo vericisi" kurmuş ve 72 fit yüksekliğinde 180 kule inşa etmişti.
Donanma ve Hava Kuvvetlerine göre HAARP, birkaç mil çapındaki yerlere, 'az miktarda bilinen enerjiyi iyonosfer katmanının tespit edilen bir yerine göndermek için kullanacaktı'. Tahmin edildiği gibi, Donanma ve Hava Kuvvetleri'nin Halkla İlişkiler Departmanı (projenin oluşturduğu olumsuz haberleri ortadan kaldırmak için oluşturulan yeni güç) projenin hem çevresel etkilerini hem de bu teknolojinin kötü yönde kullanımıyla ilgili soru işaretlerini ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetleri yürütecekti.
Bununla birlikte HAARP projesini yöneten savunma şirketleri tarafından aslında Pentagon'un daha güçlü dizaynlara sahip olması gerektiği öneriliyordu. Bu patentlerden biri 1980'lerde donanma tarafından birkaç yıl boyunca tasnif edilmişti. HAARP muhalifleri tarafından "dumanlı ışın tabancası" olarak düşünülen ABD 4,686,605 no.lu patent dosyadaki anahtar bir belgeydi. ARCO Power Technologies Inc.'nin (APTI) sahip olduğu kardeş şirket ARCO, HAARP'ı inşa etmek için taşeron şirket görevini üstlendi. Bu patent, Teksas'lı fizikçi Prof. Bernard J. Eastlund tarafından icat edilen HAARP ısıtıcısına çok benzer bir iyonosferik ısıtıcıyı içeriyordu. Sonradan HAARP muhalifleri tarafından internette yayınlanan patentte Eastlund, bunu hem saldırı hem de savunma için iyi bir silah olarak tanıtıyordu. Patente göre Eastlund'un bu icadı iyonosferdeki yüklü partikülleri ısıtarak, uyduların mikrodalga vericilerini bozacak ve "dünyanın büyük bir bölümünün üzerinde haberleşme iletişiminin bozulmasına neden olacaktı. Ancak Eastlund'un dünyanın atmosferindeki bir bölgenin değişimini sağlayacak metod ve aygıtı aynı zamanda; en sofistike uçakların ve füzelerin sahip olduğu yön sistemlerinde karışıklığa sebep oluyor, sadece üçüncü parti haberleşme sistemlerini karıştırmakla kalmıyor bununla birlikte haberleşme ağını aynı zamanda taşıyacak bir veya daha fazla benzeri ışının avantajını sağlıyordu. Diğer anlamda, diğerlerinin haberleşme ağını sekteye uğratmak için kullanılan bu sistem aynı zamanda bu icadı bilen biri tarafından haberleşme ağı olarak da kullanılabilirdi."
Örneğin: "akılcı amaçlar için diğerlerinin haberleşme sinyallerini yakalar", "atmosferin geniş bölgelerini beklenmedik yüksek irtifalara kaldırarak "füze veya uçakların yön sistemlerini sekteye uğratır" böylece beklenmedik veya planlanmayan düşman kuvvetlerine ait füzeler bu şekilde yok edilebilir veya yönleri değiştirilebilirdi.
APTI/Eastland patenti, Reagan yönetiminin son günlerinde, yüksek teknolojiyle donatılmış füze savunma sistemlerinin planlarının hala yoğun bir şekilde tartışıldığı bir dönemde dosyalanmıştı. Fakat Eastlund'un mavi gökyüzü vizyonu klasik Star Wars reçetelerinden daha ileri giderek patentli iyonosferik ısıtıcı için daha alışılmadık kullanım yöntemleri önerdi. Patent "odaklama aygıtı olarak görev yapacak bir veya birden çok partikül öbeği oluşturup atmosferin üst tabakalarındaki rüzgar düzeniyle oynayarak hava değişikliği yapmanın mümkün olduğunu" belirtiyordu.
Sonuç olarak, suni olarak ısıtılmış olan "geniş miktardaki güneş ışığını rahatlıkla dünyanın seçilmiş bölümlerine" odaklamak mümkün olabilecekti.
Kuşkusuz HAARP yetkilileri Eastlund'un patentleri veya planlarıyla ilgili olan herhangi bir bağlantıyı yalanladılar. Fakat bazı anahtar detaylar bunun aksini gösteriyordu. Eastlund'un patentinin sahibi, APTI, HAARP projesini yönetmeye devam ediyordu. 1994 yazında, ARCO, APTI'yi savunma şirketi olarak bilinen E-Systems'e sattı. E-Systems'in sahibi şu anda, dünyanın en büyük savunma şirketlerinden ve SCUD-busting Patriot füzelerinin yapımcısı Raytheon'dır. İşte tüm bu gelişmeler HAARP tesislerinde basit bir atmosfer biliminden daha fazlasının olduğunu gösteriyordu.
Bunların da ötesinde, APTI/Eastlund'un patenti Alaska'yı yüksek-frekanslı iyonosferik ısıtıcı için ideal bölge olarak gösteriyordu çünkü 'bu icat için istenilen yüksekliğe uzanan manyetik alan çizgileri dünyayı Alaska'da kesiyordu.' APTI ayrıca Alaska'yı projeyi güçlendirmek için bol bol yetecek kadar enerji kaynağına yakın olduğu için ideal bir yer olarak görüyordu.
Kuzey Kutup Bölgesindeki doğalgaz rezervlerinin geniş bölümü ARCO tarafından satın alınmıştı.
Eastlund ayrıca resmi ordu hattını da yalanlıyordu. Ulusal Halk Radyosuna gizli ordunun 1980'lerin sonunda ortaya atılan bu çalışmasını geliştirmeyi planladığını söyledi. Ve Microwave News'un Mayıs/Haziran 1994 sayısında Eastlund (kendi patentlerinin gerçekleşmesi için) "HAARP projesinin açıkça ilk adım olarak göründüğünü" söylüyordu.
Eastlund'un patenti gerçekten de "örnek olarak gösterilen referanslar"da konu ile ilgili yapılan komploların tam ortasına düştü. Eastlund tarafından belgelenen iki kaynak, komplo tarihi günlüklerinin devi Nikola Tesla'nın kısa biyografisini anlatan, 1915 ve 1940 yıllarında New York Times'ta yayınlanan makalelerdi. Zeki bir mucit ve Edison'un çağdaşı olan Tesla, hayatı boyunca yüzlerce patent geliştirmişti. Elbette temel bilim hiçbir zaman Tesla'nın makalelerini kabul etmedi ve onun daha sonraki bildirileri (dünyayı iki ayrı parçaya ayıracak bir teknoloji geliştireceğine yemin etti) onu tarihi bir noktada yer almaya itti. Radyo programlarında veya internet tartışmalarında, hükümetin depremlere neden olmak veya hava şartlarını değiştirmek gibi sözde deneyler yaptığı ve bunları yaparken de, gizli tutulan "Tesla Teknolojisini" referans alıp, uygulamış olma ihtimali tartışılıyordu.
Eastlund'un iyonosferik ısıtıcısı için Tesla kuşkusuz büyük bir ilham kaynağıydı. 22 Eylül 1940 tarihli ilk New York Times makalesi, o zamanlar 84 yaşında olan Tesla'nın, Amerikan hükümetine, uçak motorlarının 250 mil uzaklıkta eritilebileceğini ve böylece ülkenin çevresine görünmez Çin Seddi benzeri bir duvar örülebileceğini belirttiğini yazıyordu. Bu şekilde Tesla "telegüc"ünün sırrını açıklayacaktı. Tesla'dan alıntı yapan Times hikayeye şöyle devam ediyordu:
'Mr. Tesla bu yeni tip gücün yüz milyon cm² çapında bir ışın üzerinde işleyebilecek, 2 milyon dolardan fazla maliyeti olmayacak özel bir komplekste oluşturulabileceğini ve bunu inşa etmenin de ancak 3 ay gibi bir vakit alacağını söyledi.'
8 Aralık 1915 yılında yayınlanan ikinci New York Times hikayesi Tesla'nın en meşhur patentlerinden birini açıklıyordu ki; bu elektrik enerjisini herhangi bir uzaklığa yansıtıp, onu hem savaşta hem barışta sayısız amaçlar için kullanabilecek bir vericiydi.
Tesla'nın fikirleriyle Eastlund'un icadı arasındaki benzerlik dikkat çekiciydi. Ayrıca Tesla ve HAARP Teknolojisi'nin birbirine bu kadar benzemesi de oldukça şaşırtıcıydı. Görünüşe bakılırsa APTI ve Pentagon, Eastlund'un ve buna paralel olarak da Tesla'nın fikirlerini oldukça ciddiye alıyorlardı.
Nitekim Eastlund da buna katılıyor gibi görünüyordu. Bir gazeteciye şöyle söylüyordu: 'HAARP benimkisi gibi bir planı uygulamak için mükemmel bir ilk adım. Hükümet bunun böyle olmadığını söyleyecektir. Fakat eğer bir şey ördek gibi vakvaklıyorsa ve ördeğe benziyorsa, onun bir ördek olduğu büyük bir olasılıktır'
1976 Çin depremi
Gelin şimdi de jeofiziksel manipülasyonlar sahasında nelerin yapıldığına ve halen de yapılmakta olduğuna bir göz atalım.
Çoğu insan elbette insanların bu tür şeyler yapabildiklerine ya da yapmak isteyeceklerine hiç inanmayabilir. Dolayısıyla bir deprem olduğunda çok az kişinin aklına şöyle bir soru gelir. "Bu doğal bir deprem miydi yoksa yapay mıydı?" Açıkça söylemek gerekirse Gölcük depreminden sonra ben bu soruyu soranlardandım. Türk basınının en saygın isimleri farklı üsluplarla bu soruyu sormaktan kendilerini alamadılar. Taha Kıvanç, Can Ataklı ve Sedat Sertoğlu şüphelerini köşelerine aktaran önemli isimlerdi.
Aslında içinde bulunduğumuz zamanda, yer değişiklikleri açısından her geçen gün aktivite seviyesinde yaşanan artıştan, hangisinin gerçek hangisinin suni olduğunu bilmek de giderek zorlaşıyor.
Nicola Tesla'nın '1935'deki Kontrollü Deprem'i, Tesla'ya göre "telejeodinamikçilerin bir eseriydi". Tesla "Yerin içinden hemen hemen hiç enerji kaybetmeden geçebilen ritmik titreşimlere neden olabilir ve bu mekanik etkileri karada uzun mesafelere taşıyarak, çeşitli eşsiz etkiler üretebilirdi" diyordu. Senator Claiborne Pell tarafından yönetilen senato alt komite oturumunda şöyle söyleniyordu: "Şu anda bir anlaşmaya ihtiyacımız var... Dünyanın askeri liderleri fırtınaları yönetip, iklimleri değiştirmeden ve düşmanlarına karşı depremler oluşturmadan önce..." Senator Pell, böyle bir teknolojinin varlığı konusunda bilgi sahibi olmadığı için 1975 yılında düşmanlar için deprem oluşturma kelimelerini telaffuz etmemişti. Ayrıca, 10 Aralık 1976 yılında Birleşmiş Milletler Genel Toplantısında "Askeri veya Diğer Çevresel Değişim Tekniklerinin Düşmana Yönelik Kullanımının Yasaklanması Anlaşması"nı onayladığı rapor edilmişti. Eğer deprem oluşturma kabiliyeti dahil olmak üzere çevresel değişiklik yapabilecek teknoloji olmasaydı, böyle bir rapor yayınlanmak acaba mümkün olabilir miydi?
Gölcük depremi gibi
5 Haziran 1977 tarihli New York Times'da, 28 Temmuz 1976 yılında Çin, Tangshan'da yaşanan ve 650.000'in üzerinde kişinin ölümüyle sonuçlanan depremle ilgili bir yazı yeraldı. 3.42'deki ilk sarsıntıdan hemen önce, gökyüzü, gündüz gibi aydınlanmıştı. Tıpkı Gölcük'te olduğu gibi. Temelde beyaz ve kırmızı olan çok renkli ışıkları 200 mil uzaklıktan görmek mümkündü. Birçok ağacın yaprakları yandı ve gelişmekte olan sebzeler sanki bir ateş topu tarafından adeta kavrulmuştu. Bazı araştırmacılar bu elektriksel etkilerin elektromanyetik plazma ve top şeklindeki aydınlatmayla bağlantılı olduğuna ve garip parıltıların da Tesla tipi teknoloji ve/veya HAARP benzeri vericilerden kaynaklandığına inanıyordu. Bu renkli ışığın parıltısı Tesla'nın 1935 yılında belirttiği "her çeşit emsalsiz etki"den biri miydi? Yoksa bu deprem, hiçbir şüphe duymayacak Çin halkı üzerinde uygulanan bir sistem testi miydi? Cevap kesinlikle doğal bir deprem gibi görünmediği şeklindeydi.
Ocak 1978'de Dr. Andrija Puharich'ın, "Global Manyetik Savaş" ve Layman'in 1976 ve 1977 yılında "Dünya Gezegenine Yönelik Alışılmadık Yapay Etkiler" başlıklı detaylı bir araştırma raporu yayınladı. Dr. Puharich raporunda şunları söylüyordu: "1976 yılındaki büyük depremlerin yanında bir tanesi vardır ki özel bir dikkat gösterilmelidir. 28 Temmuz 1976 Tangshan, Çin depremi".
Specula dergisinin Ocak 1978 baskısı, "Tesla Etkisi" adı verilen, bir çok bilim adamını inanılmaz bir şekilde etkileyen makale yayınladı. Makaleye göre, belirli frekansların elektromanyetik sinyalleri dünyanın kendisinde sürekli dalgalar oluşturmak için dünyadan gönderilebilirdi. Bu "sürekli dalgada şu an dünyanın yüzeyinden beslendiğinden çok daha fazla enerji bulunmaktadır."
Çatışma ölçeği teknikleriyle, dev sürekli dalgalar, çok büyük enerjiye sahip hedefli ışınlar üretmek için birleştirilebilir ve bu da uzak mesafede hedeflenen bir yerde depreme sebebiyet vermek için kullanılabilirdi.
Yukarıdaki paragrafı birkaç kez okumak faydalı olacaktır. Bu Tesla ile büyük ölçüde ilgili olan şeylerden biridir çünkü bir kez kontrol dışına çıktıktan sonra kolaylıkla dünyanın parçalar halinde titreşmesine sebep olması mümkündür. Bu teknik 1976'daki Tangshan, Çin depreminde kullanılmış mıydı?
Dr. Peter Beter, Rusların 1977 yılında Filipinlerin çevresindeki denizlerin derinliklerindeki çukurlara fizyon-füzyon-fizyon süper bombaları yerleştirdiğini belirtmişti. Dr Beter, Filipinler'in dev Pasifik Tektonik Tabakası'nda "anahtarkara" pozisyonunda olduğuna inanıyordu. İddiaya göre Rusya zaten daha önceden Pasifik Okyanusunun diğer bölgelerine depreme yolaçabilecek güçlü denizaltı silahları yerleştirmişti.
Dr. Beter kasıtlı olarak yapılan şeyin, gerilimin yüksek seviyelere ulaşabileceği Filipinler hariç, Pasifik tabakasındaki gerilimi azaltmak için olduğuna inanıyordu. Sonra, belirli bir noktada, Filipinlerin etrafındaki bombalar patlatılacaktı. Bunun inanılmaz depremlere ve gelgit dalgalarına yolaçması ve Amerika'nın Batı Kıyı'sında bir felaket yaratması bekleniyordu. Filipinlerde alevlenen volkanlar bu bölgenin gerilimli olduğunun bir işaretiydi. Okuyucular depremlerin ve volkanların birbirleriyle bağlantılı olduklarını unutmamalıdırlar. Bazen biri diğerini harekete geçirirken, bazı durumlarda bunun aksi gerçekleşir. Depremler, lavların yukarı çıkmasına imkan verecek şekilde dünyanın derinliklerinde delikler açabilir. Diğer durumda ise volkanik hareketlenmeyi başlatan gerilim, depremlere neden olur.
Washington Post'un 30 Ocak 1981 baskısında, 1979 yılında dünyada 56 önemli deprem olduğu ve 1980 yılında yıllık rakamın 71'e yükseldiği yazılmıştı. Tesadüfi bir şekilde, 1980 yılında hem Rusya hem de Birleşik Amerika'daki ELF vericilerinde bir artış olmuştu.
Albay Thomas Bearden itiraf ediyor
1981 yılında nükleer mühendis ve Amerika'daki önde gelen Tesla araştırmacısı Albay Thomas Bearden, Amerikan Psikotronik Derneği'nde bir konferans verdi. Konuşmasının bir bölümünde aynı zamanda 1978 Specula dergisinde de tartışılan Tesla vericileri tarafından üretilen kalıcı dalgalardan bahsetti. Albay Aslında HAARP'ın nasıl çalıştığını anlatıyordu: "Yaptığınız şey frekansı değiştirmektir. Eğer frekansı bir yönde değiştirirseniz, enerjiyi dünyanın diğer bölümünde hedeflediğiniz yerin ilerisindeki atmosfere boşaltırsınız. Havayı iyonize etmeye başladıkça, hava akış seyirini, jet gidişlerini vb. şeyleri değiştirebilirsiniz. Bu mükemmel bir hava makinasıdır. Eğer ani bir şekilde boşaltırsanız, bunun gibi küçük iyonizasyon elde etmezsiniz. Bu kez kıvılcımlar ve ateş topları (plasma) dünyanın yüzeyine boşalacaktır. Bu aletle ileri geri oynayarak, dünya çapında dev hava değişikliklerine yolaçabilirsiniz."
Mr. Bearden bunu neredeyse eğlenceli bir hava oyuncağı gibi tanıtıyordu. Fakat bu aynı zamanda 28 Temmuz 1976 Tangshan, Çin'i de hatırlatıyordu. Kuşkusuz 17 Ağustos Gölcük depremini de...
1 Ekim 1998, Perşembe tarihli Hürriyet Gazetesi'nin 'Kıyamete Kadar Yetecek Enerji' başlıklı haberi konunun bir başka yönüne işaret ediyor olabilir miydi?:
"27 Ağustos gecesi dünya enerji bombardımanına uğradı. Eğer bu radyasyon depolanabilseydi, dünya kendisine milyarlarca yıl yetecek enerjiye sahip olacaktı.
Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi'nin düzenlediği basın toplantısında konuşan bilimadamlarına göre Büyük Okyanus'ta bulunan Havaii Adası'nın üzerindeki iyonosfer tabakası gamma ve X ışınlarının bombardımanı altında kaldı. 5 dakika süren kozmik yağmur sırasında dış atmosfer tabakasında gece kısa bir süre için gündüze dönüştü.
Dünyanın 60 ile 80 km üzerinde bulunan iyonosfer tabakası bu enerjiyi yuttuğu için bu kozmik bombardımanın dünyaya herhangi bir zararı dokunmadı. Sadece elektronik donanımlarının zarar görmemesi için uydulardan ikisini geçici olarak durdurmak gerekti. California Üniversitesi'nden Kevin Hurley, iyonosfere boşalan gücün gelecek 300 yıl içinde güneşin dünyaya sağlayacağı enerjiye eşdeğer olduğunu söyledi.
Hurley, 'Bu enerjiyi depolayabilseydik, kainatın sonuna ve daha sonrasına kadar her kenti, her köyü, her ampulü aydınlatacak enerjiye kavuşurduk' dedi."
Soru şu: Acaba depremlerle birlikte açığa çıkan ve ateş topu olarak ifade edilen dev enerji yoğunluğu da HAARP tarafından depolanıyor olabilir mi? Acaba kimler için? Bu arada Rus bilimadamları ABD'yi yaptığı araştırmalar konusunda uyarmayı da ihmal etmiyordu. 28 Ocak 2000 tarihli Hürriyet Gazetesi'nde Nerdun Hacıoğlu imzasıyla yeralan haberde şöyle deniyordu:
"Amerikan fizik laboratuarlarında deney aşamasına gelen 'evrenin yaratılış modeli' deneyi Rus bilim adamlarını 'kıyameti kopartacaklar' endişesine sevk etti.
Rus bilim adamları, deneylerin bir 'karadelik' oluşturabileceğini belirterek, 'Evrenin yaratılışını laboratuarda görelim derken, dünyayı yok etmeye kadar giden zincirleme reaksiyon başlatılabilir' uyarısında bulundular.
Rus fizikçiler, 'Tarihte hep böyle olmadı mı? Atom bombası icadı da fizikçilerin masum bir fikrinden doğmadı mı?' diyerek bu fikrin sonuçlarının da masum olmayacağını vurguladılar. Rus fizikçiler, kıyamet teorilerini şöyle açıkladılar:
"ABD laboratuarlarında, daha doğrusu yer altında bulunan 5 kilometrelik 'parçacık hızlandırıcısında' altın iyonlarından iki güçlü akım oluşturulmak isteniyor. Bu iyon akımları tıpkı bir rayda giden iki tren gibi yol ortasında çarpıştırılmak isteniyor. Teoriye göre, çarpma noktasında 15 milyar yıl önce evrenin yaratıldığı andaki ortamı sağlamak ve evrenin 'büyük patlama' sonucu doğduğu kanıtlanmak isteniyor.
"Ancak fizikten anlamayan biri bile tehlikenin farkına varabilir. Çarpışma noktasındaki ısı milyarlık derecelere vararak yalnız Güneş'te değil, hiçbir yıldızda bulunmayan bir ısı ortaya çıkaracak. Vakum ortamında çıkan ısı Güneş'ten 10 bin kat daha yüksek olacak. Bu da Brookhaven merkezli bir karadelik yaratabilir. Bir anda ne olduğunu anlamadan yok oluruz."
* Aksiyon Dergisi 12-18 Mart 2000 Tarih ve Sayı: 275' den alınmıştır
* Komplo Teorileri Kitabi

Mavi forum